Bir gün ashabdan biri Allah Râsûlüne: Ya Resûlallah biraz kendinizden bahseder misiniz? der. Cevabının bir kısmında, Allah Resûlü şöyle buyurur: Ene davetü İbrahîme ve büşrâ Îsâ/Ben İbrahimin duâsı ve Hz. İsanın muştusuyum. (Kenzül- Ummal, 11/384)
Kurân-ı Kerîm iki ayrı âyetiyle bu hususa temas eder.
1) Hz. İbrahim (as) şöyle duâ etmiştir:
Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden, Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder. Yegane Azîz ve Hakîm Sensin. (Bakara, 2/129)
2) Hz. İsanın (as) müjdesi:
Hatırla ki, Meryem oğlu İsa, Ey İsrailoğulları! Ben size Allahın benden evvelki Tevratı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak (geldim) demişti. Fakat o, kendilerine apaçık deliller getirince Bu, âşikâr bir büyüdür dediler. (Saf, 61/6)
Evet, Allah Resûlü (sas), sürpriz olarak ortaya çıkmış biri değildir. O daha gelmeden asırlarca önce haber verilen ve gelmesi bütün cihan tarafından beklenen bir Nebîdir.
Onun nübüvvetine en büyük delil, mucizeliği ebedî olan Kurân-ı Kerîmdir. Evet, Kurân-ı Mucizül-Beyânda yüzlerce âyet, İki Cihan Serverinin hak nebî olduğunu dile getirmektedir. Onu bütünüyle inkâr edemeyen bir kişinin, Efendimizin risâletini inkâr etmesi asla mümkün değildir. Ancak biz başlıbaşına müstakil bir mevzu olan o hususa şimdilik girmeyeceğiz. Zâten yeri geldikçe, peyderpey delil olarak müracaat ettiğimiz âyetleri arz ederken, bu mevzu da kısmen anlatılmış olacaktır.
Tevratın müjdeleri
Biz, bu bölümde yüzlerce defa tahrife uğramasına rağmen, içinde hâlâ Allah Resûlüne işaret ve beşaretler taşıyan, Tevrat, İncil ve Zeburdan bazı kısımları nakletmek istiyoruz. Meselenin tafsilatını, mevzu ile doğrudan alâkalı müstakil eserlere ve bilhassa, Hüseyin Cisrînin Risale-i Hamîdiyesine havale ederek, burada sadece mühim gördüklerimizden bazılarını arz edeceğiz.
1) Fâran Dağları
1944 senesinde Londrada basılan Tevratın Arapça tercümesinden bir âyet: Allah insanlığa Sinada teveccüh etti. Sâîrde tecelli buyurdu. Fâran dağlarında zuhur edip kemaliyle ortaya çıktı. (Sifr. Tesniye, Bab: 33, âyet: 2).
Allahın (cc) rahmeti ve insanlığa olan merhameti, ihsanı, Hz. Musa (as)nın Cenâb-ı Hakla mükalemede bulunduğu Sînâda zahir olmuştur. Bu rahmet, o devrede Hz. Musaya verilen nübüvvettir. Sâir, Filistindir. Orada Cenâb-ı Hakkın rahmeti vahiy yoluyla gelip Hz. İsayı ve çevresindekileri bürümüştür. Aynı zamanda Hz. Mesih, Rabbin tecellilerine mazhar büyük bir peygamberdir.
Çokları tecelli ile zuhuru birbirine iltibas ettiklerinden bu meselede de karışıklığa düşmüşlerdir. Evet, Onda tecelli eden nefha-i ilâhidir. Fâran dağlarında ise Cenâb-ı Hak, sırr-ı ehadiyet ve makam-ı ferdiyetle zuhur etmiştir. Fâran, Mekkedir. Çünkü Tevratın başka bir yerinde, Hz. İbrahimin oğlu İsmaili Fâranda bıraktığı anlatılmaktadır. Öyleyse, Tevratta geçen Fârandan maksat Mekkedir. Sırasıyla bu âyette üç nebîden bahsediliyor. Bunlardan birincisi Hz. Musa, ikincisi Hz. İsa (as), üçüncüsü ise son peygamber, İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sav)dır. Tevrattaki âyetin devamında şu ifâdeler var: Onun yanında binlerce tertemiz, pırlanta misâl ashâbı olacaktır. Ve sağ elinde ateşten iki ağızlı balta bulunacaktır. Bu ibareden, Onun cihada memur olacağı anlaşılmaktadır.
Malumdur ki Allah Resûlü, vahyin bidayetinde Hira dağında bir mağaraya çekilir ve orada kendini tefekkür ve ibadete verirdi. İlk vahiy bu dağda gelmişti (Buhari, Bedül-Vahiy 3). Fâran eğer Mekke değilse başka neresi olabilir ki, oradan İslâm dini gibi bir din zuhur edip şarka-garba yayılmış olsun. Dünyada böyle bir yer mevcut olmadığına göre, Tevratta geçen Fâran, Mekkeye işarettir. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, Tekvinin 21. âyetinde geçen ve Hz. İsmaille ilgili Fâranda yerleşti ifadesi, dediğimizi isbatlayan en büyük ve en açık bir delildir. Aksini iddiaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu mevzuda yapılan itirazlar ilmîlikten uzak, indî mülâhazalardır. Hele âyetin sonundaki ashâb ve cihada memur olmaya işaret eden kısımlar hiçbir tereddüt ve şüpheye meydan vermeyecek şekilde, O Zâtın Hz. Muhammed Aleyhisselâm olduğunu göstermektedir.
2) Hz. İsmail soyundan
Tevrattan ikinci âyet: Cenâb-ı Hak, Tevratın bu âyetinde Hz. Musaya hitaben şöyle demektedir: Onlar için (İsrailoğullarının) kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi Onun ağzına koyacağım ve Ona emrettiğim her şeyi onlara söyleyecek. (Sifr: Tesniye Bab: 18, Âyet: 18)
19. âyet de bunu tamamlar mahiyettedir: Benim ismimle söyleyeceği sözlerine itaat etmeyenlerden bizzat ben intikam alacağım.
Bu âyetteki İsrailoğullarının kardeşi tabiriyle Hz. İsmailin soyundan gelecek bir peygambere işaret edilmektedir ki, Hz. İsmailin neslinden geldiği bilinen tek peygamber, Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâmdır. Ayrıca O da Hz. Musa (as) gibi bir şeriatla gelecektir. Diğer taraftan bu âyette, gelecek peygamberin Ümmî olacağı belirtilmektedir.
İtaat etmeyenlerden alınacak intikam ise, dine ait müeyyidât ve ukûbat olmak gerektir ki, bu da ancak İslâm dininde vardır.
Tevratta zikri geçen bu peygamberin Hz. İsa ve Hz. Yuşa (as) olma ihtimalleri ise katiyyen mümkün değildir. Zira bu peygamberler İsrailoğullarındandır. Ayrıca birçok meselede Hz. İsa (as) yeni herhangi bir hüküm getirmemiş, sadece Hz. Musa (as)ya ittiba etmiştir. Hz. Yuşanın ise Hz. Musaya benzemediği gün gibi âşikardır. Çünkü o, yeni bir şeriatla gelmemiştir. Halbuki Doğrusu biz size hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik. Nasıl ki, Firavuna da bir peygamber göndermiştik. (Müzzemmil, 73/15) âyeti de Hz. Musa ile Efendimiz arasındaki benzerliği beyân etmektedir. Aslında daha ötesinde bir delile de ihtiyaç yoktur.
3) Diğer özellikleri
Tevrattan 3. âyet; Abdullah b. Amr b. Âs, Abdullah b. Selâm ve Kabul-Ahbâr (r.anhüm) ki, bunların üçü de geçmiş kitapları en iyi bilen insanlar olarak şöhret yapmış zatlardır. Kendi devirlerinde, o günkü kadar tahrife uğramamış Tevratta şöyle bir âyet bulunduğunu naklediyorlar:
Ey Nebi! Biz seni şâhid, müjdeleyici, uyarıcı ve ümmîlere sığınak olarak gönderdik. Sen Benim kulum ve elçimsin. Sana Mütevekkil adını verdim. O, haşîn ve kaba değildir. Çarşılarda yüksek sesle bağırıp çağırmaz. Kötülüğe kötülükle mukabele etmez. Fakat affeder, bağışlar. Allah Onunla eğri bir milleti lâilâheillallah demek suretiyle doğrultuncaya kadar Onun ruhunu kabzetmez. (Buhari, Büyû 50; Müsned, 2/174)
Şimdi düşünelim. Tevrattaki bu hitap kimedir? Derinlemesine bir tahlile ihtiyaç dahi duymadan, âyetin zâhiri mânâsı bu hitabın gelecek bir peygambere ve peygamberler içinde bizzat Hz. Muhammede (sas) yapıldığını göstermektedir. O, bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Ve bu mevzuda sanki âyet Ona şöyle demektedir:
Seni bütün insanlığa, doğru yolu müjdeleyici ve onları eğri yolun encamından da sakındırıcı bir beşîr ve nezîr olarak gönderdim. Sen fenalıklara göğsünü gerecek ve insanların, gidip cehennem çukurlarına düşmelerini engelleyeceksin. Aynı zamanda bu eğri büğrü, dolambaçlı yollarda karanlık içinde kalmışlara, bir ışık olacak ve ellerinden tutup, onları cennete ve Cemalullaha kavuşturacaksın.
Seni cahiliyye devrinin ümmî cemaatına bir hırz, bir sığınak olarak gönderdim. Sana uyandıkları zaman korunacak ve kollanacaklar.. Ve yine sana dayandıkları müddetçe varlıklarını sürdürebilecekler. Sen Benim kulum ve Resûlümsün -Evet, bizler de tahiyyatımızda hep Onun kulluğunu ve risaletini dile getiriyoruz- Ben sana Mütevekkil adını koydum.
Cihan senin karşına dikilse ve sen de onlarla yaka paça olmak zorunda kalsan, yine zerre kadar sarsıntı geçirmezsin. Evet, her peygamberin kendine göre bir tevekkül ufku vardır. Ama sen bu hususta bir başkasın. Onun içindir ki, Ben sana Mütevekkil dedim.
Sonra da hitap gayba dönüyor ki buna iltifat diyoruz:
O öfkeli, etrafını kıran bir nefret insanı değildir. Aksine O bir edep, vakâr, ciddiyet ve temkîn insanıdır. O, sokaklarda bağırıp çağırmaz. Çünkü bu tür dikkat çekme gayreti, bir zaaf ve bir gurur alâmetidir ki, O böyle mezmûm sıfatlardan münezzeh ve müberrâdır.
Kötülüğe asla kötülükle mukabele etmez. Bir bedevi gelir, cübbesinden tutup sarsar ve küstahça Hakkımı ver! derdi de sahâbeyi çıldırtan bu türlü hareketler, o şefkat âbidesini tebessüm ettirir ve Bu adama istediğini verin. buyururdu.
Tevratın bahsettiği Nebi kimdi?
Onun Refik-i Alâya yükselişi, din tamamlanıp Onun vazifesi sona erince olacaktı. Yetiştirdiği insanlar, hakkıyla Onu temsil edecek seviyeye gelince, O, insanlar arasından ayrılıp hakiki dostun huzuruna gidecekti. Çünkü dünyaya ait vazifesi ancak o zaman bitmiş olacaktı. Evet, Tevrat Onu böyle anlatıyordu, O da vakti gelince hayat-ı seniyyeleriyle bunu temsil ediyordu. Doğrusu orada anlatılanlar, bizzat Allah Resûlünün yaşadığı hayat tarzıydı. Öyleyse Tevratın bahsettiği bu şanı yüce nebî kimdi? Tarihte bu anlatılanlara denk hayatı olan bir başkası var mıydı? Elbette ki hayır! Öyle ise bahsedilen insan ancak Hz. Muhammed Aleyhisselâmdı!
M. Fethullah Gülen